41,3624$% 0,44
48,5512€% 0,70
56,1152£% 0,62
4.931,74%0,66
8.027,00%0,35
08 Eylül 2025 Pazartesi
KEMALPAŞA’DA KİRAZ HASAT ZAMANI
TİCARİ İŞLETMELERİN DEVRİ
MUNCHAUSEN SENDROMU
ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ (İZALE-İ ŞUYU ) DAVASI HAKKINDA HERŞEY
MANİPÜLASYON TUZAĞI
DOĞALGAZ TEKLİFİ CHP’Lİ ÜYELERİN OYLARIYLAGEREKÇESİZ OLARAK GÜNDEMDE BIRAKILDI. SOĞUKPINAR MAHALLESİ İÇİN SÜREÇ UZADI
Değerli takipçilerimiz bilirler, Kemalpaşama övgüler dizmeye doyamam ben, doyamam yazmaya yaşadığım bu şehir için; hem de hiç sorgulamam o da bana aşık mı acaba diye.
Seven insan kusur görmezmiş lakin, sevdiceğine de halel gelmesin diye kusurlarını söylemeden de edemezmiş. Öyleyse bu sayı bir değişiklik yapıp, Kemale ermiş Paşamı, Yaryüzü Kemalpaşamı, övmek yerine, biraz bunlardan bahsedelim. Bahsedelim ki, şahlansın paşamın atı da, 8 Eylülde Kurtuluşunu kutlarken, sahiden kurtulduk mu, oturup da bir düşünelim.
Şehrimiz bu yıl türlü sebeplerle çok kayıplar verdi. Çoğunu tanıdığım için, içim yana yana gittim cenazelerine, bir yürekten Fatiha ile uğurlamak hüznüyle.
CHP, AKP, MHP vs. partili olması mı, buranın yerlisi ya da Erzurumlu Artvinli vs. kentli olması mı ne işle uğraştığı mı sorulur camide, artık bu gelgeç dünyaya veda eden kişiler hakkında? Hayır!
Hoca efendiler hep tek bir şey sorar malum, ‘Haklarınızı helal ediyor musunuz?’ O an kalbiniz size nasıl seslenir? Zihnin sesi manipüle edilebilir ama kalbin sesi susturulamaz.
Şimdi orada hoca tarafından helallik istenen kişinin, sevmediğiniz, belki nefret ettiğiniz, size çok zarar vermiş, kandırmış, aldatmış, kullanmış, nankörlük etmiş biri olduğunu düşünmenizi istiyorum.
Ya da tam tersi, sizin için helallik istendiğini !
Gönül dolusu helal olsun diye çınlatabilir misiniz herkes için o avluyu, peki sizin için söylenebilir mi ?
Yanıt, oylama yapılsa tabi ki hayır çıkacaktır.
Öyleyse sevgili dostlarım, Kemalpaşamız, Atamız tarafından 8 Eylül 1922’de, büyük taarruzun zaferle sonuçlanmasının ardından, düşman işgalinden kurtulmuş, bununla birlikte asıl düşmandan halen kurtulamamıştır.
Önyargı, küçük ya da büyük hesapçılık, menfaatçilik, korkaklık, kibir, ne oldum delisi olmak, bencillik, çekememezlik, ekosisteme değil egosisteme hizmet etmek, dil, din, ırkına, işine gücüne mevkiine göre ayrımcılık, sanayi kentimizi fabrika bacası dumanlarından daha çok zehirlemiştir. Üstüne üstlük bu da mübah görülmüştür, yasal göründükleri için..
Oysa her yasal olan ahlaki ya da vicdani midir?
Ya ilahi düzen, veyahut evrensel kainat yasaları ?
Sevgisizlik, mahvetmiş yeryüzü cennetini.. Kendinden başkasını sevmeyen insanlar, insan suretiyle gezerlerken aramızda, Kalbi biz olup insanlığa sevdalı olanlar, yine de dua etmişler, maskelerin arkasındaki asıl kendini sevmeyi başaramamış sahte yüzlere, hidayetleri niyetiyle.
İşte o sayıları az da olsa, bir kente, yaşama, insana, insanca yaşamaya sevdalı olanlar, takılmaz ki tüm bunlara. Hani der ya bu toprakların zamansız bilgesi Yunus Emre;
“Ben gelmedim kavga için, benim işim sevi için” O misal yürür giderler yollarında, onlar yürür yol görünür, yol görünür onlar koşar, diğerleri yetişemez de, ancak spor olur arkadan gelişleri.
Çünkü kazanmak için kuyu kazan değil, kaybetmeyi de göze alıp onurları ile tarih yazandırlar. 8 Eylül, 18, 28 Eylül’ler fark etmez bu paşalara, Kemalpaşa’yı gerçekten kurtaran, hoş gelişlerin atlılarıdırlar.
Neyse, dönelim biz camiye! Ne oldu en son kim kiminle helalleşti sordunuz mu kalbinize bakalım? Şimdi hemen ya sen dediniz duymadım sanmayın.
Herkes gibi çok yaraladı bu şehir beni de zaman zaman. Bazen nefes bile alamadım üzüntüden. Bununla birlikte Kalbimin ah diye çatırdadığı her yarada, yine o yaradan damladı yaradan. Ne ahım kaldı yerde, ne gönlüm kırıldı yarda.
Ee! Boşa demedik yeryüzü değil yarin yüzüdür Kemalpaşa diye.
Öyleyse yarn yüzü suyu hürmetine haklarımı helal ediyorum paşam. Sen de bana helal et, ne yaptıysam sana olan sevdamdandır.
8 Eylül Düşman İşgalinden Kurtuluşumuz Kutlu Olsun…
Av. Özlem Kanay Balyeli yazdı…
Kulağa ne hoş geliyor değil mi?
Daima Genç…
Hazır dergi konumuz 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı iken, bunun üzerine konuşalım öyleyse.
Mesela bir gencin hikayesini anlatalım önce, sonra da bu cazip mesele, ‘daima gençliğin’ bir iksiri var mı kafa yoralım bakalım.
Efendim, bir varmış bir yokmuş. Tatlı bir kız yaşarmış Bergama’da. Bu genç kızımız, daha lisedeyken, kafayı bir mevzuya fena takmış. Süslenip gezip tozacağı yaşlarını da böyle geçirmeseymiş iyiymiş ama neyse. Söylediği ile yaptığı ve yaşantısı uyumlu olmayan kişileri, daha doğrusu bu konuları incelemeye almış.
Dindarlık, Atatürkçülük, vatanseverlik üzerine okuyup araştırmaya başlamış. Hiçbir konunun yüzeysel ve eksik kalmaması için o günkü imkanları dahilinde, kütüphanelere gitmiş okumuş, üstatlarla konuşmuş, Kuran kursuna gidip Arapçası ve Türkçesi ile hatim etmiş, hocalarla söyleşmiş, seminerler konferanslar dinlemiş. Her bilgide daha çok anlamış, anladıkça daha çok acı çeker olmuş. Elbette herkesin doğrusunun farklı olmasını doğal bulmuş. Ama hakikatin tekliği karşısında, menfaatler için doğruların bu kadar çarptırılması, bu değerli konuların içlerinin boşaltılmasını hazmedememiş.
Atatürkçü değil Atatürk’ün kendisi olmayı, Kuran okumayı değil, yürüyen, yaşayan kuran olmayı, vatansever olmak değil, kalbini herkese vatan etmeyi haykırmak istemiş güzel ülkesine.
Sesini duyurabilmek için en iyi bildiği savaş silahı olan kalemini eline alıp başlamış yazmaya. Malum, gençlik böyledir, dünyayı değiştirebileceğinizi sandığınız yılların en saf masum olanıdır. Bulduğu her yere yazdığı yazıları yollamış. Birkaç ufak tefek dereceden sonra “Atatürk’ü anlamak” konulu kompozisyon yarışmasında ödül almış, Ankara’ya davet edilmiş. Zamanın Milli Eğitim Bakanı kendisi ile tanışmak istemiş ve ödülünü bizzat vermiş. Bu da yeterli gelmemiş kıza, hukuk okuyup, adalet dağıtmayı, siyasetle uğraşmayı kafaya koymuş.
Çok yüksek bir puanla Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girmiş. Bu eğitimi çok zor okuldan, büyük uğraşlarla nihayet mezun olup başlamış mesleği Avukatlığa.
On yılı aşkın sürede, görmediği haksızlık, hukuksuzluk insana dair her türlü ahlak ve vicdan adaletsizliği kalmayınca, üstüne migren tansiyon vs. hastası olunca “yeter bana mı kaldı dünyayı kurtarmak, yargı dağıtacağıma gömlek satarım” deyip, kendisine küçük bir butik açmış. Her şey rüya gibiymiş. Bütün gün kadınlarla çay kahve muhabbet, güzel satışlar derken, bir sürü güzel dostlar edinmiş. Güzel bir araba almış, yurt içi yurt dışı gezmiş tozmuş. Geçen 3-4 yılda keyfine diyecek yokmuş ama yüreğinde hep bir eksik hep bir boşluk…
İnsanın kendine yaptığı en büyük zulmün, ‘ne için yaratıldıysa, doğası ve yetenekleri ne ise onun altında yaşamak olduğunu’ o zaman idrak etmiş.
Hayat insana ağır gelse bile, yaşadığı topraklara kayıtsız kalmak, sadece bireysel yaşamak, hiçbir canlıya özgü olmadığı gibi, kızımızın da daha doğrusu artık yetişkin olan bu kadının da içine sinmemiş. Ara verdiği, çok sevdiği mesleğine, dinlenmiş olmanın da verdiği yeni bir enerji ve bakış açısıyla tekrar dönüş yapmış.
Tabi burada akla gelen ilk soru şuymuş. Yeniden başlayınca değişen bir şey olmuş mu? Her şey daha mı adilmiş örneğin? Şüphesiz hayır! Geçen zaman, özellikle hukuk ve siyaset olmak üzere, her alanı, her kesimden insan için daha tatminsiz bir hale getirmiş. Bu durumda akla gelen ikinci soru şuymuş?
“Daima Genç” olan kızımız, dünyayı değiştirebilecek formülü bulmuş mu da dönüş yapmış ofisine?
Şüphesiz bunun da yanıtı hayırmış! İyi de neden geri gelmiş. Daha kıymetli bir şeyi bulmuş da onun için. Bununla yoluna devam ederek Avukatlık Mesleğinde 25 yılını keyifle tamamlamış ve yakın zamanda Baro Başkanından büyük bir sevinçle 25. Yıl plaketini almış.
Her şeyden daha değerli olan “Daima Genç” olmanın gururu ile plaketini ofise getirip, oturup bu yazıyı yazmış. Lisede Milli Eğitim Bakanından ödül alırken kalbi ne için atıyorsa, Baro Başkanından yıllar sonra plaketini alırken de kalbi aynı heyecan ile çarpıyormuş.
İşte ‘Daima Genç’ olmanın iksiri de sırrı da mucizesi de buymuş. Şartlar ne olursa olsun, hep bir Atatürk, hep bir yürüyen yaşayan Kuran, hep kendin bir vatan olmak için, ilk nefesten son nefese aynı aşkla yaşamakmış. Dünya bin yıllardır iyi ile kötünün bir arada var olduğu bir mekanmış. Asıl adalet herkese yargı dağıtmak yerine, kendin adil olmak, ya da o yolda kalmaya çalışmakmış.
‘Daima Genç’ olanların, 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramını, sevgi saygı hürmetlerimle kutluyorum.
Söyle bana neden hep dillerde,
gönüllerdedir adın ?
Kaşına yaptığın dövme, gözüne çektiğin sürme midir yüzüne baktıran?
Tatlı tatlı dillerin, içten gülüşlerin mi yoksa yürekler yaktıran.
Hey, Güzel Kadın !
Kimsin nesin sen anlat bana.
Hikayen Yurdunda hep hüzünlü müdür, hele bir de olmuşsan
Ana !
Hey, Güzel Kadın !
Belki bir öğretmensin, doktorsun belki de bir işçi.
Çalışmasan bile yirmi dört saat yuvasında bir bekçi.
Hey, Güzel Kadın !
Kim üzdü yordu kırdı, serçeden ürkek kalbini.
O kalbin üstüne kendin koy, herşeye hayat veren elini.
Hey, Güzel Kadın !
Rakamlar sadece bir nicelik her zaman değişebilen.
Yaşın, boyun, kilon değil, yaşamda duruşundur seni var eden.
Hey, Güzel Kadın !
Aynada gözlerinin içine en son ne zaman baktın.
En son ne zaman saçlarından dökülen yıldızlara çiçekler taktın.
Hey, Güzel Kadın !
Söyledin mi hiç kendine,
kendi değerini anlatan türkünü.
Süslenmekle şık olmazsın, özüne giymezsen samur kürkünü.
Hey, Güzel Kadın !
Söyle bana neden hep dillerde, gönüllerdedir adın ?
Çünkü ; nerde ne zaman ve ne durumda olursan ol.
Yaradanın ışığı ile parlamayı başaransın.
AŞKTIR KADIN.!
“Başımı gökyüzüne kaldırdığımda, yıldızlarla süslediğin gecenin içinde saklı olduğunu bilmek ne güzel şey Ya Rabbim, ve beni bırakmadığını !” diye mırıldandı genç kız.
Annesi içerden seslenerek bir isteği olup olmadığını sordu.
“Artık uyumalısın sabah erken kalkacağız”
Yatağının yanındaki camdan dışarıyı seyreden kız, bu defa da, çiselemeye başlayan yağmura bakıp, sessizce düşündü: “Ne tuhaf ; durup küçük şeyleri seyretmeye kimsenin vakti yok, sokak lambasının ışığı altından parlayarak dökülen su damlaları gibi”
Kızı cevap vermeyince odaya gelen annesi bu saatte uyumadığını anlamasın diye, yorganı kafasına çekip uyuyor numarası yaptı ve her gece olduğu gibi, değnek desteksiz yürüdüğü hayale daldı..
İki yıl önceydi. Yıldız, o gece, arkadaşının evinde kalmak istemiş, annesi henüz 15 yaşındaki kızının, dışarıda kalmasına sıcak bakmadığı halde, tek evladının bir dediğini iki etmeyen babası da araya girince, onu kıramamıştı. O gece, Yıldız’ın, Hatay’ı ve gittiği ev dahil, o mahalledeki yıkılan tüm binalarda ölen arkadaşlarını son görüşü oldu.
Gözünü zar zor açtığında, karşısında bir sandalyede uyuklayan annesini gördü. Kımıldamaya çalıştı, monitöre bağlı kablo gerilince öten cihazın sesiyle irkilerek dondu kaldı. Rüya olmasını dileyerek gözlerini sımsıkı tekrar yumdu ama annesinin “şükürler olsun kendine geldi” çığlığıyla, olan bitenle ilgili bir şey bilmemesine rağmen, hiçbir şeyin de eskisi gibi olmayacağını hissetti.
Artık, depremden sonra getirildiği İzmir’deki hastanede son günleriydi. Kırk altı gündür buradaydı ve annesinden kendisini 6. kattaki kafeteryaya çıkarmasını istemişti. Oraya pek kimse gelmediği için, deniz gören büyük pencerelerinden bakarken, deniz rengi gözlerinden süzülen yaşları gizleyebildiği özel bir alan oluşturmuştu kendisine, hastanenin kalabalığı içinde..
“Yazdım yazdım, gece yatılmıyor ki burada, yazdım hemen yolluyorum” diye biraz yüksek biraz neşeli bir ses tonuyla telefonda konuşan bir kadının, yanına gelmesi ile yalnızlığı yarım kaldı. “Kahve ister misin” diyen kadının yüzüne boş boş baktı, yarım kalan aslında yalnızlığı değil, hayatı olduğu için. Kadın, cevabını beklemeden kahveleri alıp yanına oturmuştu bile.
“Çok güzel değil mi manzara bana da ilham verdi son sayıya burada oturup yazdım” “Sanki sorduk” diye geçirdi içinden ama, kadının öyle sıcak bir samimiyeti vardı ki, sormadan da edemedi “Yazar mısınız abla ?”
‘Yok yok değilim şirin bir yerin, şirin bir yerel dergisinde yazıyorum canım’
‘Ne yazıyorsun abla hikaye filan mı?’
“Pek sayılmaz aslında, umudu yazıyorum, şükürü yazıyorum, sevgiyi yazıyorum, hainliği de vefayı da yazıyorum, aslında büyüklere, en çok da kendime, sonu hep mutlu biten masallar yazıyorum”
Kendine masal yazmak mı? Keşke herkes kendi masalını yazabilseydi. Hiç acılar ve üzüntüler olmasaydı”
“Acı ve üzüntüler hep olur ama şu gözlerin gibi denizi her yeni gün masmaviye boyayan O’nun olduğu yerde, ümitsizlikten bahsetmek imkânsızdır. Bunca sıkıntıları, ruhundan üflediği İNSANA eziyet olsun diye vermedi ki. Her birinden kendini yeniden doğurana, her nefeste de yeniden başlayanlara şarkılı bir masaldır yaşamak, bir Özlem yangınıdır yaşamak.. İnadına umut, inadına sevgi, düşsen de inadına kalkmaktır kendi masalını yazmak.’
“Abla” dedi kafası karışmış ama kırk altı gün sonra ilk defa kahvenin kokusunu alan Yıldız gülümseyerek. “Bana da mutlu sonlu bir masal yazar mısın?” Kadın, evden getirdiği belli olan kahve kupasını alarak ayağa kalktı ve aynı neşeyle :
“Artık gitmem lazım babamın ilaç saati geldi, sonra gergin asistan doktor, ne biçim hasta yakınısınız diyerek azarlıyor.
Senin masala gelince o zaten çoktan yazıldı canım benim”.
“Ee hani biz yazıyorduk !”
“Hahaha ! Kalemden dökülen kısmı senin GAYRETİN işte ; şikayetle kahrolmak da masalına son yazar, şükürle bir yıldız gibi parlamak da, hadi görüşürüz yine inşallah”.
Şaşkınlıkla, hızla uzaklaşan kadının ardından bakakaldı Yıldız. Adını söylemediği halde ‘YILDIZ’ gibi demesi onu adeta büyülemişti.
‘Kızım Kemalpaşa’ya bugün gitmesek mi? Hediyeni kargoya veririz. Gece yağmur iyice artmış, hala alışamadım şu Ege’nin yağmurlarına, nerden baksan Urla’dan dolmuşlarla üç saat sürer yol bu havada ’
Depremden sonra bir daha Hatay’a dönemedikleri için, Urla’da küçük bir kafe açan babasının erkenden getirdiği taze turtaları ve hazırladığı Yılbaşı hediyesini şık bir poşete koyan Yıldız, sabırsızlıkla itiraz etti:
“Anne lütfen tekerlekli sandalyeden kalktığımı görmesini, yeni yıla bunu bilerek girmesini istiyorum, sürpriz olsun diye telefonda söylemedim. Ona vereceğim asıl hediyem bu zaten”. Ve yağmurda, bir kolunun altında değneği, diğer elinde ise şık poşeti ile, annesinin şemsiyesinin altında, keyifle durağa yürüdüler…
Yeni yılınızı; yıldızların gönlünüzü, gönlünüzün ömrünüzü aydınlatmasını dileyerek ,kutluyorum. Sokak lambasının ışığı altından parlayarak dökülen su damlalarını görebileceğimiz bir yıl olsun.
Av. Özlem Kanay Balyeli yazdı…
Dergimizin bu sayı konusu, tarih itibarı ile, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız.
Daha önceki yıllarda aynı kapsamdaki yazılarımda Cumhuriyet ile ilgili paylaşımlarda bulunmuştum. Onları, özellikle de geçen yıl, 2.Yüzyılımıza girerken olan yazımı okumayanlar için, tekrar hatırlatmada ve daha doğrusu okunması ricasında bulunarak, Cumhuriyetimizin 2. Yüzyılının ilk Yılı konulu yazıma geçiyorum.
Doğrusunu isterseniz, 2. Yüzyılımızın ilk yılına, pek de keyifli başladığımız söylenemez. Mutsuzluk ve umutsuzluk, covid salgınından hızlı yayılıp toplumu tüketmiş durumda. Herkesin bununla ilgili söyleyecek sözü, dayandıracağı bir sebebi elbette vardır. Başta ekonomi olmak üzere, sosyal değerlerimizin yitirilmesi, kültürel yozlaşma, sağlık ve eğitim sistemlerindeki vs. kısacası her alandaki sıkıntılar, anlatılan konulardır.
Bununla birlikte, ben başka bir açıdan, daha doğrusu kendi bakış açımdan, bu toplumsal cinnete varan buhranlı hallere sebep olduğunu, yok yok düzeltiyorum, kaybolduğunu düşündüğüm bir kavramdan bahsetmek istiyorum : ADALET !
Mademki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramındayız, önce Cumhuriyet değerleri kronolojisinde, en üst sıralarda önem arz eden bir kurumu hatırlayalım.
Benim ve eşimin de yüksek dereceyle girip okumuş olmakla her zaman gururunu taşıdığımız, ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ,
1925 yılında Atatürk’ün katılımıyla ve şu sözleriyle açılmıştı.:
“CUMHURİYETİN MÜEYYİDESİ OLACAK BU BÜYÜK KURULUŞUN KÜŞADINDA DUYDUĞUM SAADETİ HİÇBİR TEŞEBBÜSTE DUYMADIM.”
1925’te Cumhuriyetin Kurucusu Dünya Lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü heyecanlandıran adalete olan inanç ve güven, bugün bizlerin içinde sarsıldığı için, işte bu kadar mutsuz /umutsuzuz..
Ancak, sebebine açıklık getirmem gerekir ki, bahsettiğim sadece yargı bağımsızlığına dair bir adalet kavramı değildir.
Toplumsal huzur ve refah bakımından yüksek standarda erişimin, adeta bir bina temeli, kolonu, taşıyıcı sistemi, olmazsa olmazı, Yargı Makamlarından önce; bireysel ve beynelmilel, geçmişten geleceğe, 2.yüzyılda, ya da 3,5,7’incide değil,
Sonsuz Yüzyıllarda,
VİCDANİ ADALET’tir.
Peki vicdani adaletle, bu toplumsal mutsuz umutsuz hallerimizi nasıl ilişkilendirdik ki.?
Bireysel vicdan terazisinin kefesi bozulup, yanlış tartmaya başlarsa, Toplumsal Adaletin dirhemi de, huzur ve refah dağıtacağına, işte böyle günden güne artan sıkıntılar dağıtmaya devam eder.
Neden öyle, çünkü matematik belli, ne derler bilirsiniz:
‘’Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına..’’
Çözüm var mı.? Tabi ki ve hiç şüphesiz var. Cumhuriyete sahip çıktığını söyleyenlerle, Cumhuriyete sahip çıkıyormuş gibi görünenlerin, “mış” gibi söyleyip, görünmeyi bırakıp, bir an önce kendi terazilerine bir adalet ayarı vermeleri iyi bir başlangıç olabilir.
İyi de Cumhuriyet sahipsiz mi kalsın?
Kimsenin şüphesi olmasın ki;
Dünya tarihinin en büyük kurtuluş mücadelesi ile kurulan, 1923’ten beri, yaşadığı onca talihsizliğe, üstünde oynanan iç ve dış oyunlara rağmen, asıl o bize, hepimize sahip çıkan
Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.
101 yaşındaki, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız, kutlu, mutlu, umutlu olsun.
YAŞASIN CUMHURİYET !